29 Aralık 2009 Salı

Kozmik Odadan Ne Çıkar?


Kars demiryolunu imha planı çıkabilir mesela..

Bolu Tüneli’ni dinamitle havaya uçurma, Bolu Dağı’nda baskın krokisi çıkabilir. Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprülerine gelen iki viyadüğü patlatarak, Trakya ile Anadolu’nun karayolu irtibatını kesme talimatı çıkabilir. Zigana geçidini geçilemez hale getirme emri çıkabilir. Veya, bölgeyi tahliye edip, baraj kapaklarını açıp, sınırı bataklığa çevirme haritası çıkabilir.

Savaş halinde, Türkiye işgal edilirse...

Ne yapılması gerekiyorsa, o çıkar.

Bakın, geçen hafta İzmir’de Yunan casusu yakalandı, fırıncı... Çünkü o fırıncı, insan kaçakçılığı için kime, ne kadar ekstra ekmek lazım olduğunu biliyor. Normalden fazla ekmek talep edildiğinde, anlıyor ki, normalden fazla insan gelmiş oraya... Ve, anında Yunan’a ispiyonluyor ki, bu normalden fazla biriken insan, bugün yarın Yunan adasına geçmek üzere!

Hayatidir ekmek... Savaş sırasında kaçıp saklanmak yerine, çoluğunu çocuğunu bırakıp, ekmek çıkarmakla yükümlü olan yurtsever fırıncıların listesi çıkar, o kozmik odadan... Sen bilmemne hastanesinde sıradan doktor sanırsın, o aslında, savaşta yeraltına inen ve vuruşurken yaralanan kahramanların gizli gizli ameliyatına girecek doktordur. İsim isim bellidir; eczacılar... Tamirci sanırsın, TIR’dan söker, tanka takar. Taksici zannedersin, bakkal bilirsin, çiçekçidir, elektrik kesik, telefon kesik, kim yapacak gözünü karartıp kuryeliği

Her ülke işgale karşı hazırlık yapar; İsrail’i ele al... Neden bütün devlet birimlerini Kudüs’te toplamışken, bi tek Savunma Bakanlığı’nı Tel Aviv’de tutar?

Ya da şöyle sormalı belki...

Neden başkentimizi Sinop’a, Antalya’ya filan kurmadı da, coğrafyanın tam göbeğine, yumruk mesafesinin dışına, Ankara’ya kurdu Mustafa Kemal?

Haysiyetsiz arkadaşlar uçağa, gemiye atlayıp, vınn, yurtdışına kaçtığında kime tutunacak bu ülke? Kapı numaraları, adresler, isimler, kodlar... İşte, onların listesi çıkar o kozmik odadan.

Mesela, Susurluk kazasının yaşandığı o yol, neden durup dururken 30 metre genişler ve havaalanına benzer? Stepne havaalanıdır çünkü... Özellikle Ege sahillerinde, hepsi sıkış tepiş, daracıkken, bazı yazlık sitelerin içinde, şaşırtıcı şekilde, otoyol benzeri yollar vardır, ki, karşıdaki adaya çıkarma söz konusu olursa, kullanılabilsin... Listeleri sizce nerededir?

Özetlersek:

Adı üstünde, kozmik...

Sır’dır, sızmamalıdır.

Aksi halde.

“Vay vay vay! Hükümete karşı kaos çıkarmak isteyen Genelkurmay, Boğaz Köprüsü’nü havaya uçurmak için hain plan yapmış, aha bu da krokisi” şeklindeki manşetlere hazır olun.

19 Aralık 2009 Cumartesi

Seni Bu Yamyam Kibirin Öldürecek...



Bilboardlardaki resimlerine baktım; güya “kudretli” görünesin diye en çılgın bakışlı fotoğraflarını seçmişler. Kontrolsüz bir adrenalin ile geldiği yeri hazmedemeyişi harmanlayan deli bakışları.

Ne yapsan olmuyor.
Kültürsüzlüğün, görgüsüzlüğün, basitliğin, açlığın her şeyin önüne geçiyor. Sadece çalma, çırpmaya, vebal almaya işleyen kıt aklın bile durup durup sana “Saygı görmüyorsun, sende bir şeyler eksik” diye fısıldıyor. Bu fısıltıyı duydukça iyice kontrolden çıkıyorsun. “Bana saygı duyun, önümde eğilin. Eteklerimi öpün” diye tepiniyorsun ama olmuyor.
Olmuyor işte.

En yakınındakiler bile senin iflah olmaz kifayetsizliğ ine, insanlıktan çıkmış öfkene, Allah'a şirk koşma noktasına gelmiş kibrine dayanamıyorlar.

En uyanıklar ile kullanım tarihinin tamamen sona gelmesini bekleyenler kaldı sadece çevrende. Bir de bir delinin gölgesi ardında kirli oyunlarını yürütenler.

Boşsun, bomboşsun.
Bir genelev fedaisi kadar ruhsuz ve hoyratsın.
Kabadayılığın da hikâye, dobralığında yalan, “delikanlılığın” da naylon.
Hak, hakkaniyet, adalet, merhamet gibi kavramlar kapından bile geçmemiş.
Alım-satım ustalığından, ticari uyanıklıktan dem vurarak örtmeye çalışıyorsun bu büyük eksikliğin üzerini.

Sahi kimsin sen?

Hep aynı yerden servis edilen üç adet gençlik, çocukluk ve askerlik fotoğrafından başka neden görüntün yok senin?
Hangi okulları bitirdin, kimlerle aynı sıralarda oturdun?
İlkokul öğretmenin kim?
Neden bir kişi bile çıkıp seninle ilgili bir tek anısını anlatmıyor?
Seda Sayan'ın bile mahalle yıllarından bir fotoğraf çıkıp geliyor da, senin geçmişin neden bu kadar sis perdelerinin ardında gizli?
“Olmayan” biri misin yoksa sen; laboratuarda mı imal edildin? Hangi merkezlerde programlandı hastalıklı beynin?

Bütün değerlerden neden bu kadar yoksunsun; en kutsal kavramların içini boşaltmada nasıl bu kadar maharetlisin? Hurafe, iftira, şirret ve cehaletten beslenen dilin; hırstan ve doymamışlıktan ibaret kişiliğin, bir ağaç kovuğundan başka hiçbir şey olmayan fani bedeninle tarihin onurlu sayfalarında yer almaya soyunma cesaretini nereden buldun.

Duyduk ki şimdi de “padişahçılık” oynuyormuşsun. Şah oldun, sıra şahbaz olmaya geldi. Her mevki ve makamı tattın, geriye “padişahlık” kaldı öyle mi?
Senin montaj ürünü kimlik ve bedeninden kuşkusuz bir Fatih, bir Yavuz, bir Kanuni olmaz ama Deli İbrahim-Vahdettin karışımı bir kukla, pekâlâ olabilir. Seni bütün bu defolarınla sahnede tutanların işine fazlasıyla yarar böyle acınası bir bez bebek.

Esiyorsun, gürlüyorsun, tepiniyorsun.
Pazarcı gibi tiz çığlıklar atıyorsun.
Deli bakışlarını devire devire, boyun damarlarını şişire şişire höykürüyorsun.

İyi de sen ne istiyorsun?

Karun oldun. Çocukların ülkedeki simit tablalarından bile haraç alıyor, gudubet karın ipek kumaşlara, paha biçilmez mücevherlere büründü. Şakşakçıların ceylan derisi koltuklarda basen büyütüyor. Bu kadarı da olmaz ki diyen kim varsa işinden aşından ettin, zindanlara attın, ailelerini açlığa mahkûm ettin. Gencecik üniversite mezunları işsizlikten intihar ediyor. Doktorlar, öğretmenler, polisler, subaylar açlık sınırında yaşıyor; emekliler pazarlardan sebze artığı topluyor. Şehit katilleri Meclis'te suratımıza çemkiriyor. Sen hâlâ üstündeki pahalı elbiselerin, özel yapım som altın kol saatin, ipek kravatınla karşımıza geçip kusuyorsun da kusuyorsun.

Kime bu kinin?
Nereye doğru gittiğini bir gün olsun düşündün mü? Olmayan vicdanınla bir gün olsun kendine “Acaba biraz ileri mi gidiyorum” diye sordun mu?
İtikadın da yalan biliyoruz.
Ama bir gün olsun “Ya hesap günü varsa” diye endişelendiğin oldu mu?

Evet var.
Hesap günü var.
Ve sanki bu saldırganlığın, bu doymazlığın, tamah etmez azmışlığın, O hesap gününü biraz daha yaklaştırıyor. Artık Allah’ın gözüne batıyorsun birader!
Fazla parazit yapıyorsun, ortalığı hacminden fazla kirletiyorsun. Elde ettiklerinle şükür etmeyi, biraz da başkalarını düşünmeyi başaramadın. Böyle bir kapasiten yok çünkü.

Dünyaya yemeye, içmeye, dışkılamaya, kin ve nefret aşılamaya gelmişlerdensin. Üste bir de kibir yapıyorsun, işte bu hiç çekilmiyor...

Senin sonunu da bu yamyam kibrin getirecek…

12 Aralık 2009 Cumartesi

Ya PKK ‘yapmadım’ deseydi?

Habur...
(İnfazsız yargı.)
- Niye geldiniz?
- Sayın Öcalan emretti.
- Kendi isteğinizle geldiniz yani...
- Hayır, liderimiz istedi.
- Demek örgütten ayrıldınız...
- Ayrılmadık, PKK’lıyız.
- Pişmansınız o halde...
- Yo-oo, değiliz.
- Yaz kızım, örgüt üyesi olmadıklarına, etkin pişman olduklarına, beraatlerine...
Tokat...
(Yargısız infaz.)
“Ne malum PKK’nın yaptığı?”
“Üstlenmediler ki...”
“Derin güçlerin işi...”
“Provokasyon.”
“Baykal hıyanet içinde.”
“Yeri çok düşündürücü...”
“Bahçeli’nin kalesi orası.”
Ama en çok şunu beğendim:
“PKK’yı hedef gösteriyorlar!”
Bu arkadaşlar aklını o kadar yitirdi ki, inanmak için PKK’dan “resmi açıklama” bekliyorlar artık.
Vurması yetmiyor çünkü... Üstüne “şahitlik” yapması gerekiyor PKK’nın.
Ve, bu ülkenin yurtsever insanları üzerinde öylesine “yalan, iftira ve karalama baskısı” kurulmuş ki... Bir taraftan şehitlere kahrolurken, bir taraftan PKK’nın üstlenmesine sevinileceği, 40 yıl düşünsem aklıma gelmezdi.

1 Aralık 2009 Salı

KATSAYI



Vicdanının sesini dinlediğini iddia eden bazı arkadaşlar, “Neden imam hatiplere, meslek liselerine katsayı engeli olsun? Her vatandaş eşit değil mi, bu nasıl adalet?” diye soruyor.
Halbuki vicdan, adaletli olmalı.
Düz liseye giden çocuk, risk alıyor. Moda deyimle, “risk grubunda”dır... Üniversiteyi kazandı kazandı... Kazanamadı, mesleksiz kalıyor, ayazda... Dolayısıyla bu aldığı riskin bir ödülü olmalı: Katsayı avantajı.
Meslek lisesini tercih eden çocuk, düz liseye gidenin aldığı riski almıyor. Üniversiteyi kazandı kazandı... Kazanamadı, altın bileziği, mesleği var. Haliyle, iş bulma şansı da var.
İmam hatibi tercih eden çocuk ise... Hem düz liseye gidenin göze aldığı riski almıyor, hem de, meslek lisesine gidenlere göre avantajlı. Çünkü, üniversiteyi kazandı kazandı... Kazanamadı, imam olarak, işi garanti, devlet güvencesiyle başlıyor. Dolayısıyla, göze almaya korktuğu riskin, bir ceremesi olmalı... O da, katsayı dezavantajı.
Aslına bakarsanız, imam hatiplerin yolunu açmak için, tüm meslek liselerinin aynı kapsamda değerlendirilmesi de yanlış... Meslek lisesini bitiren çocuğun mesleği var ama, işi garanti değil... Devlet baba, imamlar gibi banko işe almıyor, elektrikçileri, tornacıları... Bu nedenle, meslek lisesini bitirenlerin katsayısı, düz liseden az, imam hatiplerden çok olmalı.)
Sıkışınca da diyorlar ki:
“İmam hatibe gitsin, fena mı, dinini öğrensin, dinini bilen doktorlar, avukatlar olsun.”
Boşver sen doktoru moktoru, Cumhurbaşkanımız mesela, düz lise mezunu... Dinini bilmiyor mu? Başbakan Yardımcımız Bülent Arınç, düz lise mezunu... Namaz kıldıramaz mı?
Katsayı engel değildir...
Aksine, adalettir.
Ve, vicdanının sesini dinlediğini iddia eden arkadaşların sormadığı soru şudur: “Cami sayısı belliyken, memleketin bu kat be katsayıda imama ihtiyacı var mı?”

25 Kasım 2009 Çarşamba

İşte Öyle Bir Şey

Keder iste, darmadağan..
Ne kadar da yalnızım, içler acısı ama yaşayan bilir elbette..
Bugün bir çiçeğe dokundum, bu kadar mı zordu filizlenmem.. Bir ışığım bile yok, anlıyor musun?
Toparlanması güç bir yığın soru işareti meşgul etse de beynimin kalbe en yakın kısmını, bilmediğim bir şeyleri özlüyorum elimde değil..
Yalnızlık astarı yüzünden pahalı birşey demiş miydim... Bu suskunluksa aslında içimden esiyor, bakma dışarı vurduğuma.. Kuracak yeni bir hayatım yoksa da "yine de uğraşıyorum rastgele, bu eskimiş kelimelerle.."
İşte böyle bazen nerden eserse essin, rüzgar her fırsatta can yakar. Bak kaç yaşıma geldim hala yaralanmamayı öğrenemedim. Bir yanım sanki hep kanayacakmış izlenimi veriyor bana, öylesine hazır ki kırılmaya, yokolmaya belki, belkide vurulmaya, susmaya.. Gittim gitmedim, kalmadım başımı eğdim, kal dediler tükettim.. "Git.." dedim sustu, "e gel.." dedim bitti... Ben de "bu devri devranın...." diye başlayan tüm cümleleri yoluna serdim kabul et öyleyse.. Sonra birden büyük bir fırtına, şaka gibi.. Şimdi başka cümleler kuruyorum belki, anımsamıyorum belki, belki hiç olmadı da kimbilir. Neresinden bakarsan bak kan revan içinde her bir yerim. Yine sessizliklerle dolu konuşmalar, yine bir ton kalp kırıklığı, yine serzeniş yüklü bulutlar, yine keşkeler ki sanki her biri bana özel online pişmanlıklar. Şarkılar hala mutsuz içimde, kendilerine bir yer bulamadan ölüp gidecekler belkide, sahi bir şarkımız bile olmadı bizim değil mi? Sonunda ölüm olmasa bu hayata katlanır mıydım bilmiyorum, şu saatten sonra hangi eskileri anımsayıp ders alınır bilmiyorum, bunların çaresi var mı bilmiyorum, keşke başka türlü olsa mıydı bazı şeyler bilmiyorum, tüm bunların içinde ne olacak bu halim bilmiyorum..
Bir zamanlar bir yerden duymuştum, önemsememiştim ama şimdi yeri gelince anlıyorum.. “İnsanlardan yapabileceğinden fazlasını beklersen tek elinde kalan hayal kırıklığı olacaktır.”
Biriktirdim onları, mutlu mesut yaşıyoruz ne güzel. Koca bir yaz geçti, kış geldi, gitti.. Ne umduğumla ne bulduğum arasındaki mesafelerden bahsetmeyeceğim, düşünmesi ve hatta yazması bile fazlaca can sıkıcı. Ama umursamayacağım artık, isterse taş yağsın başımıza görmezden geleceğim!

Yorgunum Bu Günlerde

Yorgunum..
Yaşamaktan değil ama yaşatmaktan..
Didinmekten,gözümde canlansa bile yaptıklarım..
Zayıflığımın tepesinde şovalye rengine bürünmekten..
Nerede olduğumu bilsem bile..
Yorgunum..

Yaptıklarımdan değil yapamadıklarımdan..
Yaşamadıklarımdan, yaşatamadıklarımdan..
Yıprandım, kırıldım, eğildim..
Kestirip atamadıklarımdan ve attıklarımı unutamamaktan..
Yorgunum..

Hissettiklerinden değil hissetmediklerinden..
Kafesleri kırmak zorunda olduğundan,
İstemesem de gerildim, kızdım..
Sıkıldım sevgimi kanıtlamaktan..
Yorgunum..

Anlatmaktan seni, onu, diğerini..
Anlatamadım, dinletemedim..
Kimim ? Neyim ben ?
Beklemekten sıkıldım...
Ne zaman sıra bana gelecek dinleneceğim diye..
Yorgunum..

Yürümekten karıncanın ağırlığıyla..
Mutsuzum..
Gösteremediğim için geçtiğimiz yerleri..
Ben her adımını yaşasam bile yolculuğun..
Farkında olamamandan..
Yoruldum..

10 Kasım 2009 Salı

Yılmaz Özdil'in Kaleminden 10 Kasım


Saat 9’u 5 dakika 3 saniye geçe!
Matem günü değildir...
Doğru.
*
Yeniden doğduğu gündür...
Her sene yeniden.
*
Malum şahıs, ABD ziyaretinde Obama’yla sohbet ederken, laf dönmüş dolaşmış, genetiği değiştirilmiş organizma teknolojisine gelmiş; Obama gururla, “Bu konuda öyle ilerledik ki, neredeyse ölüyü bile diriltebilecek hale geldik” demiş... Bizimki altta kalır mı, “Bizim çalışmalarımız da müspet neticeler vermeye başladı” demiş, “Biz de DNA’larında oynayarak, 100 metreyi 3 saniyede koşan sporcular yetiştirebiliyoruz artık!”
*
Gel zaman git zaman, Obama iadeyi ziyarete gelmiş, “100 metreyi 3 saniyede koşanları” görmek istemiş... Bizimkini ter basmış tabii, “N’apacağız, rezil olduk” demeye başlamış... Ki, o sırada cingöz bir danışman devreye girmiş, “Sıkmayın canınızı efendim” demiş, “Hazır bugün
10 Kasım... Obama’yı Anıtkabir’e götürelim, Atatürk’ü diriltmesini isteyelim... Diriltemezse dünyaya rezil
olur, diriltirse, siz zaten 100 metreyi 3 saniyede koşarsınız!”
*
Atatürk’ü 29 Ekim’de pastadan çıkarmıştı bu arkadaşlar... İster misin bugün de mozoleden çıksın!

Yinede Sen


yazmak gerek sadece yazmak yazarkende bazen satırlara göz yaşlarını eklemek gerek satırların ıslaklıığına birde içinizdeki sıkıntıyı siniri eklemek gerek.hayat insanı bazen öyle bir sabrını sınıyorki neye uğradığınızı şaşırııyorsunuz.o an gözün kararıyor damağın uyuşuyor ve karşınızda kim varsa onun gırtlağına sarılmak geliyor.ama derin bir nefes alıyorsun kötülükler senin iyilikler herzamn bende kalsın diyip o ortamdan sıyrılıp çıkıyorsunuz.
yazmak gerek bazen sadece yazmak herkezden hergözden uzak sevincini mutluluğunu eklemek gerek satırlara.yazarkende mutluluktan dökülmeli göz yaşların.nefesindeki heycan geçmeli o buğulu satırlara.hayat insanı sıkıntı içindeyken öyle bir yere sürüklerki hiç anlamazsın nasıl oldu bu diye.hayatına bir anda giren insan tüm metobolizmanı değiştirirr kan akışın hızlanır kalbin hızlıca çarpmaya başlar aynen sinirlendiğinde olduğu gibi gözün kararır damağın uyuşur ve karşındakine olağanca sıkı sarılırsınki ondan hiç kopmicak gibi.oan derin bir nefes alırsın ve sarıldığın insan için iyiliklerin hepsi senin gelicek tüm kötülükler bana gelsin dersin.
yazmak gerek bazen sadece yazmak şimdi tamda benim yaptığım gibi yazmak gerekki içimdeki siniri gözyaşlarımla eklediğim satırlara dökmek gerek.mutluluksa sana kalsın için rahat olsun benim içim kor ateşler gibi yanıyor.nedemiştim iyilikler hep sana kötülükler ise hep bana gelsin...

9 Kasım 2009 Pazartesi

Eskilerden Kalma "GDO"


Haliyle panik halindesiniz... “Nasıl anlarız? Genetiği değiştirilmiş organizma yemekten nasıl kurtuluruz?” filan.Şöyle...
Annaneniz öpülesi elleri parçalanırcasına, ovalaya ovalaya tarhana yaparken, siz, “Aman annane be, boş versene” deyip, marketten hazır çorba alıyordunuz ya... Annane rahmetli oldu ve siz, o tarhananın tarifini annaneden alıp, bir kenara yazmadınız ya... İşte o nedenle, siz, genetiği değiştirilmiş organizma yemekten kurtulamazsınız maalesef.
Ne verirlerse...
Onu yiyeceksiniz.
Kız evlat yetiştiriyorsunuz, en iyi okullara gönderiyorsunuz... Piyano çalıyor, İngilizce konuşuyor, Grammy alanları tek tek biliyor. Bilmeli... Ama alt tarafı limon, şeker ve su kullanıp, limonata yapmasını bilmiyor! Yoğurdu çırpıp, ayran yapamıyor, ayran... İşte o nedenle, kızınız, genetiği değiştirilmiş meşrubat içmeye mahkûm maalesef... Torunlarınız da.
Zahmet edip sütlaç yapmadığınız için, kek yapmaya üşendiğiniz için... İçinde ne olduğunu bilmediğiniz gofretleri, mısır patlaklarını kemiriyor sizin oğlan! Hamur tutmayı, şöyle mis gibi ıspanaklı bi börek yapıp, çantasına koymayı bilmediğiniz için, hamburger bağımlısı oldu. Tahin-pekmezi “köylü işi”, vıcık vıcık yağ fışkıran kremaları “modernite” sandığınız için, daha 10 yaşında ayıya döndü, yuvarlana yuvarlana yürüyor, tıkanıyor, merdiven çıkamıyor.
Size zor geliyor ama, zor mu evde yoğurt yapmak? İstanbul'un güneşi müsait değil, anlarım, zor mudur İzmir'de, Antalya'da, Adana'da evde salça yapmak?
Şikâyet edip duruyorsun, içine katkı maddesi konuyor, zorla beyazlatılıyor diye... İster tam buğday unundan, ister çavdardan, hakikaten zor mudur evde ekmek yapmak? Bütün ailen kabız... Tonla para verip, abuk sabuk ambalajlı-meyveli saçmalıklardan medet umacağına, niye öğrenmiyorsun kabak tatlısı yapmayı?
Güya, çoluğunu çocuğunu düşünüyorsun, taze taze yesinler diye, pazara gidiyorsun... Eğri büğrü biberlere, doğal olduğu için tuttuğunda ezilen domateslere ağız burun kıvırıyorsun, hormonlu, tornadan çıkmış gibilerini alıyorsun... Ne işe yaradı senin pazara gitmen?
Kocanız da, bu satırları okuyup, size akıl verecek şimdi... Söyleyin ona, ukalalık etmesin, götürün aktara, hatmi çiçeğiyle zencefili birbirinden ayırt etsin, ondan sonra konuşsun!
Enginar, börülce, radika, cibes pişirmekten haberin yok; gazetelerin tiraj almak için kıçından uydurduğu kıçımın uzmanlarından fıldır fıldır brokoli tarifleri öğreniyorsun... Brüksel lahanası yiyerek mi AB'ye gireceğini sanıyorsun?
Çin'den bal getiriyorlar mesela... Taaa Arjantin'den, Meksika'dan bal getiriyorlar. Neymiş efendim, içinde genetiği değiştirilmiş organizma olabilirmiş falan... İçinde tavuk ibiği, maymun kulağı olmadığına şükredin! Ben iddia ediyorum... Kaşla göz arasında frankeştayn ürünlere kapıları açan arkadaşlarla, Amerikan çiftçilerinin avukatı profesörlerimiz, sırf karakovan balına sahip çıksa, Şemdinli'de, Pervari'de terör bile azalır, terör bile.
Uzatmayayım.
Mutfak genetiğimizi kaybettik biz.
Elin adamı, mısırdan, soyadan, domatesten önce beynimizin DNA'sını değiştirdi!
Hurrraaa diye köyden kente göçerken, dışarda tıkınmayı şehirleşme zannettik. Ambalajlı ürün tüketmeyi, zenginleşme zannettik.
Dolayısıyla, ya kafayı değiştirip, özümüze döneceğiz... Ya da ne verirlerse onu yiyeceğiz


HALİYLE İKİNCİ YAZIDA VAR TABİ GDO İLE İLGİLİ :)
Genetiği değiştirilmiş organizma: Balıklı domates, böcek ilaçlı patates filan... Bağışıklık sistemini çökertir.
Genetiği değiştirilmiş politikacı: Takunya geni zerk edilmiş eski Atatürkçü, DNA'sına Hepimiz Ermeniyiz şırınga edilmiş çakma ülkücü, Amerikancı dinci, takkeli solcu, Euro kokulu liboş... Alışıklık sistemini güçlendirir, bağımsızlık sistemini çökertir.
Genetiği değiştirilmiş gazeteci: Bi bakarsın demokrat, bi bakarsın darbeci, bi bakarsın, a-aa, cemaatçi... Köksüz ve omurgasız olduğu için, akredite geni direkt cüzdana monte edilir. Yılışıklık sistemini güçlendirir, sırnaşıklık sistemini özendirir, namuslu vatandaşın bünyesinde
alerji yapar.
Genetiği değiştirilmiş gazete: Sahibi Ali'yken manşetleri başka açar, hazım zorluğu yaratır, şak, el koyarsın, Ali'nin külahını Veli'ye giydirirsin, sahibi Veli'yken başka açar. Logo aynı kaldığı için, bilinçsiz tüketicinin ruhu bile duymaz, hazmı kolay olur.
Genetiği değiştirilmiş bürokrat: Biyoteknolojiye gerek yoktur, o işini bilir. Raf ömrü uzundur. Güneşe döner gibi iktidara döner, mevsimine göre çiçek açar, bu mevsim badem mevsimi mesela... Badem açmamakta direnenler, kımıl zararlısıdır, ayıklanır, tarla mümbit olur.
Genetiği değiştirilmiş profesör: Tohumları Amerika'dan gelir, vakıf üniversitelerine ekilir, öğrenci fidanlarına aşılanır. Yerli tohumdan doçent bile yapılmazken, bunlar aniden boy verir... Etiketine ambalajına kanıp yersen, zamanla reflü yapar, kusma hissi verir.
Genetiği değiştirilmiş işadamı: Aslanım kaplanım diye kükrer, kesersin ihale genini, kuzu olur, kuzu...
Genetiği değiştirilmiş terörist: Omuzundaki Kalaşnikof genini çıkartıp, yakasına karanfil genini takarsın, çiçek gibi olur...
E çiçek ithalatı zaten serbest.
Genetiği değiştirilmiş seçmen: Sindirim sistemi mi çalışmıyor, verirsin cop genini, sindirir. Acıktı mı, bırakırsın kapısına koliyi, doyar. Üşüdü mü, yığarsın kapısına kömürü, ısınır. Beyin sistemi mi çalışmıyor, dokunmazsın, bırakırsın organik büyüsün.
SON DAKİKA NOTU...
Genetiği değiştirilmiş demeç: Başbakan çıktı, “Ben aşı maşı olmam kardeşim” dedi. Hadi cümleten geçmiş olsun, bundan sonra kimse ölmez domuz gribinden...
Domuz bile ölse, “zatürree” derler artık.

5 Kasım 2009 Perşembe

Hayatın Savunmasız Piyonları


küçük yavan bir hayatın, savunmasız piyonlarıyız biz..
bu olumsuzluklar diyarında tek umudumuz sewmek.. birine delicesine tutunmak.. çünkü ancak o zaman war olabiliyor ve sadece o an dirençsiz wücudumuz güç kazanıyor.. kendimize ait olmayan
bir bedene öylesine tutunuoyruz ki, aitlik kavramı adeta o zaman başlıyor.. hayatta hiç bir sebep kalmıyor yaşamak için... o bir çift göz dışında herşey anlamsız oluyor.. garip we güçlü bir duygu...
sewmediğim zamanlarda güçsüz olduğumu biliyorum, ama sevdiğim zamanlarda yaşadığım duygu fırtınasının yoruculuğu bütün güçlülüğümü kırıyor.. karşımdakini kandrmaktan çok kendimi
kandırmaktan korkuyorum ve yoğun bir çaba başlıyor içimde... birini kırmamak adına uğraşırken her seferinde kendimi kırıyorum ve geri dönüşümsüz acılar oluyor hepsi.. ağlamak hiç olmadığı
kadar sancılı oluyor o anda.. çaresizlik duygusu ayrılığın bırakacağı en güçlü acı... peki neden? bu dünyada bitimsiz olan br duygu yok bunu biliyorum.. asıl anlamadığım aşk we ayrılık neden
bir kısır döngü halinde acımasızca devam ediyor ki...?
ewet bu hayatta olup biten bütün olayların, bütün duyguların tek bir çıkış noktası wardır o da hislerimiz... öfke, aşk, acı vs.. onların esiri olup werdiğimiz ani kararlar.. her insan kendi kendinin
kiralık katili olup çıkıyor zamanla... ölmeden yaşayacakmış gibi saçmalamayı sewiorum çünkü yaşamadan ölmeyi daha fena buluyorum.. kırılabilirim, çok üzülebilirim.. ama bn sadece kendi
hayatımı yaşayabilirim... üstüme koyulan hiç bir kuralı bu yüzden taşıyamıyorum.. kamburum oluyor sanki...
hayatta herkes kendi penceresinden nefes alabilir.. bugünlerde o pencerenin önüne taş duwar ördüm adeta.. içim sıkılıyor, sanki kulaklarım hep kötü sözler duyuyor.. biliyorum ki onların
hatasına düştüm... sadece olumsuz olanı almak istiyorum.. tüketici oluyorum kısaca.. herşei tüketiyorum.. ilişkimi, arkadaşlıklarımı, sewdiklerimi kendimi... herşei...
sanki yarın ölecekmiş gibi.. bir daha olmayacakmışım gibi... acelemiz ne bilmiyorum!!
insanların kıyılarına wurmaktan nasır tuttu iyi niyetlerim.. tahammülsüzlük beni de sardı sanki...
geride kalanlar ait oldukları yerdeler aslında.. bulundukları tarihlerin bekçileri oldu hepsi.. bense burdayım, bugündeyim.. özlediklerimle elimde olanlar arasında tatlı bir bağ kurdum we
üzülmemeyi öğretiyorum kendime.. her gün daha farklı uyanıyorum, bende ki değişimlere kızmıyorum çünkü büyüyorum.. her gün yeni bişey katıyorm kendime.. şu an bunu yazarken bitimsiz
bir duygunun war olduğunu buldum mesela.. merak!! araştırmak, bilmek uğruna herşei yapmak... ama merakı giderebilmek... aslında sürekli bi ihtiyaç halindeyiz... birşeyleri sürekli gidermek
zorundayız.. mesela bunları yazmak zorundayım çünkü yazma ihtiyacımı gidermek zorundayım.. ayrıca neden örnekleme yapıyorum bilmioyorum ben yazdığıma göre ben anlıyorum ama demek
ki yeterli bulmuyorum kendimi...
yeterlilik.. yetinmeyi bilmemek... yoktan anlamamak.. warla yaşamak... asla o kadar yüzsüz olmadım bu huyumu çok sewiyorum.. ewet tekilim.. ama çoul sewerim.. tek sayılardan nefret ederim
we tekim... bu hayatta tek olmak sadece pohpohlanmak anlamına mı gelir... bence tek olmak daha büyük acı anlamına gelir.. teksin we paylaşamazsın... uzaktan baknca bi kardeşin yoktur we
herşey senindir.. ewet herşey senindir.. para, sewgi, acı, dert,sorumluluk.. asla paylaşamazsın ewindeki sorunları bi bşkasıyla.. bilen biri yoktur we destein olamaz hiçbir yaşıtın..
seni asıl önemseyen ailendir ama tek olmandan dolai seni de tüketirler.. sewerken en çok sewilen, üzerkende en çok üzülen olursun.. senin üzerinden tatmin olur bütün ebeveynler.. öfkesinde
we sewgisinde.. o kadar yıpratıcı ki... uzaktan herşey çok güzelll... kendine has..
insanlardan soğuyorum... kırgınım.. kırılganım...
artık anlatmaktan da yoruldum çünkü eleştirdikleri kadar eleştiriye kapalılar...
uzaklara gtmk istiorum.. kimsenin olmadıııı... sadece o ve ben...
bir aşk ancak bu kadar güzel olabilir..
yer, yön, koku hepsi onu tarif ediyor artık bana..
başka bir uzak bulamıyorum kendime onun dışında.. huzuru bulmak için...
ordan oraya atladığım bir yazı daha...

Şeytanla Ortaklığımız


Bir çağdaş peri masalının da gösterdiği gibi, güzel şeyler hep yasaktır nedense; ve bütün yasaklar güzel...
İnsanlık tarihi denen şey, insanoğlunun günaha karşı verdiği bir meydan muharebesi, bir vicdan muhasebesidir.
Lakin ilk isyan, ilk insan kadar eskidir.
Adem'le Havva'nın paylaştıkları ilk elmada başlar, şeytanla ilk suç ortaklığımız...
Ah o kahrolası merak yok mu?..
O ağaçta parlayan yasak elmayı dişleme tutkusu... Yaldızlı bir paketin altından sızan dayanılmaz çikolata kokusu..
Ah o baştan çıkarıcı vaatlerle çıkagelen ve bizi hiç tanışmadığımız hazlara davet eden kırmızı pelerinli iblisler...
En umulmadık yerde hayatımıza girer, ağzımıza bir parmak kakao çalıp o güne dek aziz, leziz, asil, sefil bildiğimiz ne varsa unutturabilirler.
Damağımıza yapışan o hınzır tat, arsız bir şeytan gibi kanımıza karışıp yoldan çıkarır bizi; içine sarmalandığımız şefkatli kundağı ihtirasın hançeriyle parçalayıp atar ve ruhumuzdaki cehennemi ateşler.
Hazlar hükümdarı, kendi yaşamımızın anahtarını sunar bize; bir buyruğuyla açtırır hayatın bütün yasak bölgelerini...
Sonunda şeytanla kolkola sürülürüz cennetten...
Ama kimbilir... belki de kovulmaktan korkup durduğumuz cennet, aslında kovulduğumuz yerdedir. Ve oraya ulaşmanın tek yolu, şeytana uyup içimizden cehennemi kovabilmektedir.

Romantik Şeytan...

Eskiden şeytan denince, kızıl boynuzlu, çatal sakallı, zıpkın kuyruklu bir cehennem zebanisi gelirdi akla... Dipsiz fırını andıran ağzından ecel zehirleri saçan bir iblisti o... Bizi günaha çağıran bir provokatör... lanetli bir ecinni... Modern zamanlar, kuşkuculukla birlikte geldi. Endüstrileşmeyle küçük dünyasının sınırlarını aşan insanoğlu, göç yolunda önce inançlarını kaybetti. Dine ait ne varsa sorgular oldu. Böylece romantizm çağında kiliseye karşı direnişin kahramanına dönüştü şeytan... ve asırlardır kilit altında tutulan hazların zincirini çözüverdi. Yasakların yerine tutkuları koydu; acıların yerine zevkleri... Daha önemlisi, insanoğlu şeytanın ayak izlerini gökkubbede değil, kendi içinde aramaya başladı. Cehennemde sandığını, bilinçaltında buldu. Aslında çatışmanın tarafları iki omzumuza konmuş melekle şeytan değil, herbirimizin içinde kök salmış iyilik ve kötülük duygularıydı. Korkular yatıştı, modernite iblisle barıştı ve insanlık "romantik şeytan"la tanıştı..

Hayat Diye Bir Şey Var

Havanın aydınlanmasına çok az bir zaman kala yine benim eskilerden yadigar kalan koltuğumda kelimelere nerden nasıl başlayacağımı düşünüyorum,nelere kızacağımı,nelere üzüleceğimi nelere sevineceğimi bilmiyorum aklımda dolanan binlerce tilki,aklımı kemiren binlerce solucandan bir an olsun kurtulmak istiyorum.sanki bütün dünya beynimin içinde dönüp duruyor ,yoruyor,yıpratıyor.her gün aynı zamanı aynı olayları aynı insanları aynı konuşmaları dinliyorum ve içimden onların yüzlerine siz bir hiçsiniz demek geliyor,ama ağzımdan dökülen cümleler tam tersi oluyor. Dilimin ucunda.o kadar hazır ki cümleler. Zorla tutuyorum kendimi.her zaman karşındaki insanı mutlu etmek mecburiyetindeymişsin gibi çabalamak zorundaymışım gibi hissediyorum ama hiçbir yere varamıyorum.hayatta kalmak çok zormuş.sürekli bişeyler için çabalamak insanlığın sonsuz isteklerini yerine getirmek, sürekli ve sürekli daha iyi olmasını istemek.bunları yapmaya çalışırken kırılıp dökülüyormuyuz yok olup gidiyormuyuz kimsenin umurunda olmuyor. Bazen yenilginin ağır yaralarını taşıyorum ruhumda şöyle yerden yükselip yukardan şu yaşadığım hayata bakmak istiyorum.kapatıyorum gözlerimi evet yine istediğim oluyor yükseliyorum yükseliyorum ve nerdeyse bulutlara erişecek yüksekliten aşağıya doğru baktığımda ,eski yorgun ama hala dimdik duran o sokaklarda yürüyorum köşe başında karşıma ne çıkacağını bilmeden etrafa bakınırken ,büyük bir bahçe içinde yıkık eski bir konak çıkıyor karşıma her halinden belli hayat onu da yormuş yıpratmış ama hala dimdik ayakta durmaya devam ediyor.tedirgin bir şekilde adım atıyorum tıpkı hayata attığım tedirgin adımlar gibi içeriye yürüdükçe o güzelim bahçenin kokusu ciğerlerime doluyor bir anda yaşadığım o stresli hayattan kopuyorum sanki hiç olmadığı kadar kendimi sonsuz bir huzurun içinde buluyorum.ve hayal ettiğim tüm güzellikler,özlem duyduğum kaybettiğim insanlar bir anda çevreme doluşuyor beni ellerimden tutup ‘hayat seni yorup yıpratsa da senden bir şeyler alıp götürse de hiçbir zaman vazgeçme her zaman bu dıştan yıpranmış gibi duran ama temelinde çok sağlam olan konak gibi hayata sıkıca bağlan ve asla ümitsizliğe kapılıp vazgeçme her zaman doğru bildiğin yoldan devam et’ kalbim hızla çarpmaya başlıyor bulutlardan aşağıya hızlı bir şekilde düşüyorum derin sonsuz bir kuyuya düşer gibi ve hiç bitmeyecek sandığım o karanlık çukurun dibine vuruyorum.gözlerimi açtığımda görüyorum ki hala benim yadigar koltuğumun üzerinde uyukluyorum.yine bir sabah ve geceden aklımda kalan birkaç satır ne demişti AHMET ALTAN ‘Hayat diye bir şey var. Her zaman size keşfedilecek geniş alanlar bırakan, ne kadar yaşarsanız yaşayın daima bilmediğiniz, kuytularına sokulamadığınız bir hayat, sadece size ait bir hayat. Biliyorum dertler çok, ahmaklıklar yapılıyor, sıkıntılar bitmiyor, günler birbiri ardına buruşup eskiyor, yorgunsunuz, belki yeniksiniz. Teslim mi olacaksınız peki. Delirdiniz mi siz? Hayat diye bir şey var, evet orada, elinizin hemen yanında duruyor….’

Bir Yerde Atomun Çekirdeğiyim,Bir Yerde Artı Sonsuzum

Önce son cümlesini yazdığım bir sayfanın başında,loş bir gecenin körü gecenin dibine vuran saatimin tıkırtısında bir kaç saçmalık bir kaç cümleden sonra Kendiliğinden yazmaya başlamasını bekler gibi bakıyorum kalemime, oysaki hala önümde bomboş duruyor kağıtlarım. düz değil düzen değil alıştıklarımdan değiL bu gece bir yerde atomun çekirdeğiyim, bir yerde artı sonsuzum saatler ilerledikçe belkide bir şarkıya yada içilecek bir kadeh şarapla kelimeler dökülecek satıırlara Eskilerde kalmış bazı geceler geliyor aklıma, küçüğüm ve korkuyorum.. Anımsıyorum, gece lambasının sarı ışığı vururken duvarlarıma, yatağının içinde korkan çocuğu hatta zorlayınca zihnimi anımsıyorum korkuyu sarılıyorum baş ucumda duran o oyuncağa. geçmiş zaman zihnimi zorladıkça geliyor aklıma çocukluk hatıralarım sokakta oynadığım oyunların yaşadığım sonzuz sandığım aşklarım ve sonrasında gelen ağlamalarım dağ gibi görünen küçük sorunlara sıkılmak aşılmaz görünen minik duvarlar delicesine büyümeyi arzulamak vardı hep aklımda. peki ya şimdi,o küçük çocuktan geriye tek bir pişmanlık kalmadı sadece rruhumda derin bir yorgunluk ama buda geçecek biliyorum geceye inat sana inat bir gece daha son buluyor penceremin camından sızıyor yüzzüs şehir ışıkları bir kadeh şarap ve arka fonda tekrarlanan eski bir melodi saatler ilerliyor gece kendini yavaş yavaş sabahın kollarına bırakıyor nasıl bir günün başlangıcı bu uzanıyorum yatağıma başucumda yine gece lambasını sarı ışığı vuruyor duvarıma sarılıyorum yine çocukluktan kalma baş ucumda duran oyuncağıma ve her gece olduğu gibi kendimi bırakıyorum gecenin o sonsuz karanlığına...

Bilmek Gerek...


Hayatta hiç kimseye haddinden fazla değer vermemek gerek.Aşkından sevginden ölsende bunu karşındaki insana belli etmemek gerek.ne yaparsan yap karşındaki insan için hep ikinci planda kalacağını bilmek gerek.hiç bir zaman karşındakini anlayamayacağını bilmek gerek.sen 10 yapsanda hak ederek sana 1 gelmeyeceğini bilmek gerek.herzaman karşındki insanı haklısın diyerek yüceltmek gerek.nerde bir terslik nerde bir problem varsa bunları karşındakine o an söylemek gerek.ne olursa olsun hiç bir şeyi içine atıp üzülmemek gerek.sen üzülüyorsan karşındakide senin üzülüp kırıldığını bilmesi gerek.birde insana olduğundan daha fazla SABIR gerek.bütün zorlukları aşmak için önce kendini tanımak sonra karşındakini kendin gibi tanıyıp o şekilde davranmak gerek...